Sevgiyi, dostlukları unuttuğumuzdan beridir yağmaya başladı başımıza taşlar. Sokakta kalmış, annesini, babasını kaybetmiş yetimin yanağından süzülen merhamet şebnemini göremeyecek kadar aciz kalmış ve katılaşmış kalplerimiz…
Kadim zamanlardan günümüze gelen bir insan, acaba bizim yaşayışımıza bakıp da en çok neye özlem duyar, hiç düşündünüz mü? Aşkın doğduğu zemheri ıssız çöl gecelerinde, şiir meclislerine özlem duyan birisi olarak, şöyle bir kendimi yokladığımda neler geçmiyor ki yüreğimden… Cennetin kapısında bekleyen yılan misali; dostluklara gebe yüreğimizi, ıslak çığlıklarla doldurduğumuz, uğruna kan kırmızı gözyaşlarımızın sel olup aktığı, yüreklerin sevgi cemreleriyle yoğrulup hemhal olduğu, efsane dostlukların hasretiyle tutuşuyorum buram buram…
Ruh, hep güzeli arar durur… Bu dünyada kavuşamayacağını bile bile hayallere dalar. Okyanusun iki damlası olan âşık ve maşuk, hayallerde buluşmuştur hep… Hayaller de olmasa gidecek yer bulamazdı herhalde âşıklar!… Hayallerimizde bile köşeli duvarlar yığınının ötesine geçemiyoruz. Keskin dönemeçlerden dönemeyip, aslımızdan uzaklaşıyoruz!... Duyamaz olduk âşık ile maşukun gülistanda yakarışlarını… Heyhat! Tutsak kaldık nefsimize… Asumanlarda kanat çırpabilmek için özgür olmak gerekmez mi? En büyük özgürlüğün, hakka arttırılmış tutsaklık olduğunu haykıran kumrular konmuyor artık balkonumuza…
Kâğıdın kalemden ayrılmasıyla, artık her ihtiyacımızı teknoloji karşılıyor! Dostumuza yazdığımız, yüreğimizi ve sevgimizi satır aralarına sakladığımız, zarfın içine gül koyarak yolladığımız gül kokan mektupları bile!...
Onlar ki, bu gam yurdunda sevgiyi, aşkı doyasıya tatmışlar, aşkın zehrini kana kana içmişler ve O’nsuz yaşayamamışlar… Vefa giysisini giyip, irfan meclisinde birbirlerine sımsıkı sarılıp, kenetlenmişler. Bir vücudun azaları gibi yaşayıp, soluk soluğa kaldıkları mahzenlerde, güneş olup doğmuşlar birbirlerinin yüreklerine…
Kutlu yolda ahlak köprüsünü yıkmışlar karanlığa mahkûm olanlar… Edep nedir bilemez olmuş batılın ışığıyla aydınlanacağını sananlar! Batılın, suyun üzerindeki köpük olduğunu unutuvermiş dimağlar… Küçücük bir menfaat karşılığında özgürlüğünü sahte ilahlara satanlar; unutturulmuşlar gülün aşkından… İşitemez olmuş kalpler ilahi musikiyi…
Hasret mektebinde sevgiliye ulaşmak için, sevgiyi usul usul dokuyanlar, çağa adını altın harflerle kazıdılar… Çağa adını altın harflerle kazıyan Şeyh Galip insanı şöyle tanımlar:
“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”
Yani; ibret nazarıyla bak kendine ey kişi! Ve anla ki sensin âlemlerin özü. Sen, yaratılmışların gözbebeği olan “insan”sın…
Sevgiyi, dostlukları unuttuğumuzdan beridir yağmaya başladı başımıza taşlar. Sokakta kalmış, annesini, babasını kaybetmiş Filistinli yetimin yanağından süzülen merhamet şebnemini göremeyecek kadar aciz kalmış ve katılaşmış kalplerimiz… Sevgi ateşinin çevresinde uçuşan pervanelerimiz yok artık! Ta süveydamıza diktiğimiz acziyet ağacının yerinde yeller esiyor! Aynaya her bakışımızda, gittikçe daha çok kararmaya başladığımızın farkında değiliz… Peki, şimdi değil de ne zaman ekeceğiz sevgi tohumlarını yüreklerimize? Ne zaman sevda ikliminden yağmurlar yağacak miraç fezamıza? yetim çocuğun yanaklarından süzülen gözyaşlarını silmek için, daha neyi bekleyeceğiz? Dağların büklüm büklüm büküleceği, denizlerin kaynayacağı kıyamet gününün gelmesini mi?